Gerçeğin Daveti

Perşembe, Mart 12, 2009

Aziz okuyucu,

Bu ilk sayısı ile “İlim, Kültür ve Sanatta GERÇEK”, sana ulaşmış bulunuyor. Gerçeğin, hayatımızın her anında ortaya çıkan önemini belirtmek kadar, ona övgüler dizmek de, o ölçüde lüzumsuz… Fakat “Gerçeğin Bilgisi”nin, milletimizin ve insanlığın problemlerini doğru olarak çözmekte başvurulacak tek yol olduğunu ve ancak bu yolla, milli kültürümüz üzerinde süfli tesirleri büyüyerek devam eden gayrı milli bakış açısını, modalaşan zararlı ve zavallı hayalleri yıkabileceğimizi, bilinen bir gerçeği tekrar etmek sayılsa bile, söylemeden geçemeyeceğiz.

Öyleyse, milletimizin problemlerini tespit etmek ve doğru çözüm yollarını göstermek mecburiyetinde olan milli düşüncemizin temel karakteri “gerçekçilik” olduğu gibi, ismi de “gerçek” olabilir. “İlimde, Kültürde ve Sanatta Gerçek”…

Derginizin ismini açıklarken, bir dereceye kadar, onun hedeflerine de işaret etmiş oluyoruz. Bu hedefler, yukarıda belirttiğimiz gibi, milletimizin problemlerini belirtmek ve doğru çözüm yolları getirmektir. Bir cümleye sıkıştırılmış cihan çapındaki bu soruyu cevaplamak, mümkün müdür? Uykuları kaçırtan bu azametli soruyu, soru karşısında kesin bir nispetsizlik arzeden imkanlarımızın telkin ettiği menfi duruma rağmen, “EVET” diye cevaplıyoruz. Evet, Türkiye’mizin problemlerine, doğru çözüm yolları getirmek mümkündür. Ancak, ümit ve inancın gölgesinde yücelen “evet” haykırışının, iki temel şarta bağlı olarak müsbet bir anlam kazanacağını söyleyebiliriz. Yani, Türkiye’nin problemlerine doğru çözüm yolları gösterebilmenin iki şartı vardır.

Birincisi; Türkiye aydınlarının, bu büyük soruya cevap vermek üzere, entelektüel güçlerini birleştirecek, ilmi çalışmalarını verimlendirecek, araştırmaları ana hedeflere yöneltecek şekilde organize olmalarıdır. Daha şimdiden, Türkiye aydınlarının organize olman lüzumunu hissettiklerini ve teşebbüslerinin yeniliğini de hatırlayarak, Türk aydınlarının “milli bir kadro” halinde organize oluş çalışmalarının başarılı sayılabileceğini, sevinçle belirtelim. Bu çalışmalar, mahalli kalan ekip çalışmaları düzeyinden, milli kadro düzeyine yükseldiği gün; gerçeğin muhteşem yükselişi, gayrı milli bakış açısının yıkılışını ilan edebilir ve aynı zamanda, Türk milletinin temel sorularını cevaplamak için, son iki asırlık Türk tarihinin büyük sıçrayışı diyebileceğimiz bu entelektüel kapasitenin omzuna yükleneceği, şerefli bir görev olur.

İşte, dergimizin, yukarıda ortaya koyduğumuz soruya “evet” diyebilmesi; Türkiye aydınlarının hudutsuz vatanseverliğine, namus duygusuna ve entelektüel kapasitesine olan güveninden doğmaktadır. Hemen belirtelim ki, Türk aydınları arasında mevcut görüş farkları, aşılmaz bir engel değil; karşılıklı tolerans ve entelektüel kapasitesinin milli hedeflerimize yönelmesi ölçüsünde, ilmi çalışmaları zenginleştiren ve güçlendiren, bir “ilerletici güç” haline gelecektir. Bütün tevazuumuzla belirtelim ki, “Gerçek” bu hizmet uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacaktır. Dergimiz, en önemli görevi saydığı bu konuda, yani Türk entelektüel kapasitesinin organizesi konusunda tekliflerde bulunacağı gibi, dergiyi, Türk aydınlarına açık bir kürsü olarak devam ettirecektir.

Türkiye’mizin problemlerini belirleme ve doğru çözüm yolları teklif edebilmesinin ikinci şartı olarak; milli dünya görüşümüzün belirlenmesi, sistematize edilmesi ve ortaya konulması gerektiğini düşünüyoruz. Bu çalışma başarı ile sonra erdirilmedikçe; ne Türkiye’nin problemlerini doğru dürüst anlamak, ne de doğru çözüm yolları teklif etmek mümkündür.

Biliyoruz ki, insan bilgisi, ihsaslar üzerinde düşünülmekle elde edilir. İhsaslarımızın, yani objektif varlığın, üzerimizdeki etkileri üzerinde düşünüyoruz. İhsaslarımızı belirlemek ve tahkik etmek üzere, iki tekniğe sahibiz. Birisi “gözlem”; diğeri “deney”… Sonra gözlemlediğimiz veya deneylediğimiz konu hakkında edindiğimiz bilgileri birleştirir ve “sentez” yaparız. Böylece, deneylediğimiz şartlar içinde, o konu ile ilgili bir “bilgi” ediniriz. Bu bilgi, ister “kanun” kesinliğinde olsun, isterse “teori” seviyesinde bulunsun; o konunun bütünlüğüne anlaşılmasında; yeni gözlem ve deneylerin ortaya koyduğu bilgilerin manalandırılmasında (izahında) başlangıç noktası ve izah ölçüsü olur. Elbette teori, yeni gözlem ve deneylerin ortaya koyduğu yeni bilgilerle tearuz halinde olmadıkça geçerli olabilir.

Netice olarak teori (teorinin bağlı bulunduğu “prensip” veya “aksiyom”) deneylerin manalandırılmasında “başlangıç noktası”, “izah edici faktör” ve “hedef” olmaktadır. Böylece teori, konusu ile ilgili bütün olayların bilgisini ihtiva etmektedir. Mesela; matematik alanında “aksiyomlar”, fizik ve kimya alanında “prensipler” ve “teoriler”, biyoloji alanında “teoriler”, kendi alanlarındaki parça parça bilgileri kucaklayan, “genel bilgi” durumundadır. Aynı şekilde, tarih ve sosyoloji gibi, insanı inceleme konusu yapan ilimler için de, teori, aynı ölçüde “başlangıç noktası”, “izah faktörü” ve “hedef” olmaktadır. Bu sebepten, en genel manasıyla aksiyonun(düşünce ve hareket) manalandırılması ve yeniden tahkiki için muhtaç bulunduğumuz şey; bir ilmi değil, bütün ilimleri kuşatan genellikte –bütün ilimlerin aksiyomu, genel metodu ve hedefi olarak- genel bir “düşünce teorisi”nin yeniden sistemleştirilmesinden ibarettir. Objektif varlığın bütüncü bir bilgisine kavuşmadıkça, parça parça olayların bilgisi ile yetinmek; olayların birbiri ile ilintisini kaybetmek ve olayların(problemlerin) sayısız çokluğu içinde bocalamaktan başka bir kazanç getirmeyecektir. Kainatın ve hayatın, zaman içinde kesintisiz ve parçalanmaz akışı, genel bir teori ile aydınlatılmadıkça, bütün aksiyonlarımız temelsiz, hedefsiz ve belirsiz kalmaya mahkumdur. İşte bu sebepten, Türk düşüncesini, yukarıda arz ettiğimiz genel bir teorinin aydınlığına kavuşturmaya mecburuz.

Buna “Türk düşüncesine, milli bir görüş açısı ve metodu kazandırmak mecburiyeti” diyebiliriz.

Bu durumu, dünya ve Türk düşüncesinin tarihi üzerinde durarak açıklayabiliriz. Denebilir ki; on-altıncı yüzyıla kadar Avrupa düşüncesi, Katolik kilisesinin dogmalarını, ilimler için genel bir kılavuz saymaktaydı. Ancak Rönesans’tan itibaren gelişen düşünce tohumları, pozitivist ve rasyonalist tefekküre kesinlik kazandırdı. Böylece, gelişen ilimlerin varlığı, Katolik kilisesinin âlemşümul gerçek bilgisi ile derin ve kapatılması imkansız bir tezada düştü. Bu asırdan itibaren Avrupa tefekkürü, Katolik ilim teorisinin temellerini sarstı. Bu tarihi gelişmenin genel sonucu, avrupa düşüncesinin “laik ve din aleyhtarı” karakteri, kesinleşti. Fakat, Avrupa düşüncesi, bu kritikçi tavrından kurtulamayarak, müspet ve genel bir teori kuramadı. Avrupa düşüncesi, müspet bir sentez olarak, Descartes’çi mektebin “mekanist alem” tasavvurundan, nihayet, maddeci bir dünya görüşüne saplanmış bulunuyor. Yine, Avrupa kritikçi düşüncesi tarafından, bu iki sistemin temelleri de sarsılmış durumdadır. Netice olarak, Avrupa tefekkürü, kilise karşısında kesinleşen kritikçi başlangıç noktasını, yine kendi doğurabildiği “mekanist” veya “diyalektik maddeci” alem tasavvurunu didikleyerek, yeniden yaşamaktadır. Bundan sonra da yapabileceği, yine aynı fasit daire içinde, heyecanlı dönüşlerden ileri geçemeyecektir, denebilir.

Avrupa düşüncesinin, Rönesans’tan zamanımıza kadar kısaca işaret ettiğimiz gelişme seyri için söyleyebildiklerimizi, Türk düşüncesi için söyleyemeyiz. Destanlar devrinde ve Türk düşüncesinin ilk tarih belgelerinde (mesela, “Orhun Yazıtları”nda) embriyon halinde bulunan ve “İslam Medeniyeti”nin ilk bilgi kaynaklarının bereketli kültür zemininde kesinleşen Türk düşüncesi; Avrupa’da on-altıncı asırda gördüğümüz gibi, bir iç tezadın sonucu değil; fakat, kendi medeniyetinin on-dördüncü asırdan itibaren girdiği bir durgunluk döneminin davet ettiği düşman bir medeniyetin topraklarımızda kazandığı zafer ölçüsünde etkisini kaybetmiştir. Sorokin’in tabiri ile bir “dermansızlık” dönemindedir. Yoksa, medeniyetlerin sübjektif kaynağını ve karakterini son derece isabetle belirten; fakat aynı ölçüde, medeniyetlerin taşıyıcısı durumunda olan toplumlarla birlikte, medeniyetlerin de öldüğü yanlış tezini savunan Toynbi’nin söylediği gibi, “ölmüş” değildir. Binaenaleyh, ne medeniyetler alemşümuldur, ne münhasıran objektif temellere dayanır, ve ne de sosyal yapının çöküşüne bağlı olarak, medeniyetler ölür.

Özetle, Türk düşüncesi; kendi öz dünya görüşünün, ilimlerin varlığı karşısında yıpranması neticesinde zayıflamış değildir. Hele, büyük bir medeniyet kurabilmiş ve on-yedinci asra kadar dünyanın tek ilim merkezi halinde kalabilmiş olma hususiyeti göz önünde bulundurulduğu takdirde; Müslüman-Türk dünya görüşünün, genel bir varlık teorisi ortaya koymakta, emsalsiz bir istidat belirttiği tereddütsüz kabul edilir. Bu bakımdan, Türk düşüncesi, on-dördüncü asırda duraklama dönemine girmiş bulunan medeniyetinin ve on-sekizinci asırda çöküşü kesinleşen sosyal yapısının desteğinden mahrum hale gelişiyle birlikte; zayıflayan ve çöken bir dünyanın modası geçmiş adetlerinden biri gibi, kendi kabuğuna çekilmiş ve bütün hayatımızda olduğu gibi, düşünce hayatımızda da zamanımızın hâkim medeniyetinin çizgileri kesinleşmiş bulunuyor. Binaenaleyh, Türk düşüncesinin bağlı bulunduğu milli dünya görüşü; gerek dışarıda, gerekse içeride toğrulmuş bulunan farklı veya mutezat bir dünya görüşü ile, açıkça akıl planında hesaplaşmış değildir. Bu sebepten, “ilim ve akıl karşısında tutunamamıştır” denmesi, belki de hataların en büyüğüdür.

Olsa olsa, “üç veya dört asırlık ilmi ilerlemenin ortaya koyduğu yeni problemler ve yeni deneylerin sonuçları, Türk düşüncesinin kaynaklarına göre tefsir edilmemiştir” denebilir. Türk-İslam dünya görüşü, gelişmesinin ilk safhasında ve çok kısa bir süre içinde, o çağların bilinen bütün ilimlerini toplamış ve eski Yunan için bir lüks olan “ilmi düşünce”, gerçek büyüklüğüne ve yüceliğine –Russel’in belirttiği gibi- bu medeniyetin humuslu toprağında varabilmiştir. “ilmi bilgi”, ilk defa, müspet ve sağlam bir dünya görüşü ile, heyecan verici bir bütünlük içinde kaynaşmıştır. Pozitif ilimler ve daha geniş olarak akli ilimler bakımından, “ilimlerin altın çağı”, bu asırlardır. Ancak belirtmeliyiz ki, bu en sağlam dünya görüşü –devrinin imkânları göz önüne getirilecek olursa-, daha çok akıl(mantık) planında müdafaa edilmiş, sistemleştirilmiş ve irselenmiştir. Bugün bile, İslam “ilmü kelam”cılarının ortaya koyduğu tezler, aşılmaz olarak kalmaktadır. Mesela, diyalektik maddeciliğin arsızca sahip çıkmaya çalıştığı ve felsefi idealizmin çürütülmesi için kullanılan (varlığın, insan düşüncesinden bağımsız olarak var olduğunu ispat için) “varlığın aksiyonu”na, yani pratiğe bir “delil” gözüyle bakmak, ilmü kelam müelliflerinin ortaya koyduğu tezdir. Yine misal olarak; “Tafra” nazariyesinin, bugün, çekirdek fiziğinin temellerinden biri olarak kabul edildiğini belirtelim. Verilen misallere yenilerini eklemek mümkündür. Bu misallerin ortaya koyduğu gerçek; Türk-İslam dünya görüşünün, medeniyetinin durgunluk dönemine girdiği çağlara kadarki gelişme çizgisinin; varlığın genel teorisininin, akıl ve mantık platformunda harikalı bir yükseliş gösterdiğidir. Binaenaleyh, milli dünya görüşümüz, akıl planında, mükemmel bir bütünlük ve sağlamlıkla kendini göstermiştir. Russel’in, Katolik Kilisesi için söylediği, “mantıki bütünlük ve sağlamlık”, her şeyden önce, Türk-İslam dünya görüşü için söylenebilir.

O halde, bugün yapılması gereken şey; Türk-İslam dünya görüşünün bilgi kaynağına inerek, bu dünya görüşünü; onun kavramlarını kabul ederek, kendimizden bir şey katmayarak ortaya çıkarmaktır. Türk-İslam dünya görüşü, akıl planında daha önce kavuştuğu bütünlük, sağlamlık ve kusursuzluğa deney ve gözlem planında da kavuşturulabildiği ölçüde; varlığın bilinmesine, varlığın daimi bir değişiminden doğan olayların(problemlerin) kavranmasına ve problemlerin çözümüne hizmet edecek temel bir “aksiyon kılavuzu” olabilir.

İşte bizce, Türkiye aydınlarının, Türkiye’nin problemlerini belirlemelerinin ve doğru çözüm yolları teklif edebilmelerinin pratik ve teorik iki şartı, bundan ibarettir. Bu ağır, fakat şerefli görevin yerine getirilmesine hizmet gayesiyle, derginiz, Türk aydınlarına, sayfalarını açıyor. Aralarındaki görüş farkları ne olursa olsun; Türk milletinin manevi değerlerine düşmanlık göstermemiş; Türk milletinin manevi değerlerine hürmetkar bulunmakla beraber, aynı kökten gelme düşüncelere karşı toleranssızlıkla kirlenmemiş her Türk aydınını, bu dergide yazmaya çağırıyoruz. Böylece, Türkiye aydınları, kütüphane raflarında unutulmaya mahkum yayınlarla yetinmek yerine; milli dünya görüşüne bağlı kültür kadrolarının düşünce ve davranışlarına feyizli bir etki yapabilmek imkanına, burada kavuşabileceklerdir.

Derginizin bu ilk sayısı, “milli dünya görüşümüz”ün belirlenmesine hizmet edecek yazılara ayrılmıştır. İlgiyle karşılayacağınızı umuyoruz.

Hürmetlerimizin kabulü temennisiyle.

GERÇEK

İLİM, KÜLTÜR VE SAN'ATTA GERÇEK
CİLT: 1
1 TEMMUZ 1975
SAYI: 1

Araştırma 1, Bir Milli İslamcılık Serüveni: Mücadelecilik - 2, Mustafa Aydın

Çarşamba, Mart 11, 2009

"Araştırma 1, Bir Milli İslamcılık Serüveni: Mücadelecilik - 1, Mustafa Aydın"
devamıdır...

HAREKETİN ADI VE AMACI

Genel olarak “Mücadele Birliği” adı, bu hareketin temel metinlerine göre “içeriden ve dışarıdan zaafa uğratılmış, bunalımlar içerisinde kıvranan toplumumuzun yine ‘millet ideolojisi’ne bağlı olarak kurtulması için verilecek mücadelenin organize hareketi”ni ifade eder. Burada hareketin kaburgasını oluşturan şeyin ne olduğu biraz belirsizdir; din mi toplum mu? Yani hareket nereye yerleştirebileceği sorusuna, salt İslamcı bir ideolojinin ikamesi cevabını da toplumsal bir mücadeleyi içeren bir milliyetçilik cevabını da vermek zordur. Çünkü Mücadele Birliği söyleminde, bunlar birbiri için vardır.

Geleneksel kültürde mücadele kavramı çok yönlü bir faliyet biçimi olan cihattan farklı olarak fiili çatışmayı ifade eder. Ancak mukateleden(vuruşma) farklı olarak karşılıklı fikri tartışmaları da kapsar, bundan dolayıdır ki klasik mantıkta çelişik düşünce tarzına cedel(diyalektik) adı verilir. Gerçekten Mücadele Birliği, mücadelede sokak kavgası değil fikri bir cedeli temsil etmiştir ki, liderleri Aykut Edibali’nin Aksiyon dergisindeki “kimsenin burnunun kanamasına sebep olmadım” beyanı doğrudur. Mücadele kavramı Kuran’da bir sure adı olmakla birlikte salt dini olmanın ötesinde daha seküler bir ad olarak seçildiği izlenimi vermektedir. Bununla birlikte hareket, kendini devrimci (ki inkilap ifadesi tercih edilmiştir) olarak görmüştür. Buna göre de mücadelenin amacı, mevcudu sadece ıslak etmek değil, sosyal/kültürel dünyayı dönüştürmektir. Ne var ki hareket kendine özgü niteliği terk ettiği 1978 sonrasında oluşturduğu partiye bu temel espiriye aykırı olarak “Islahatçı” Demokrasi Partisi adını vermiştir.

“Mücadele Birliği” adında yer alan “Birlik” kavramı, sosyolojide tek ilkeli, tek eksenli ve tek yönlü topluluk gibi beşeri oluşumların aksine, çok etkenli birliktelik anlamına gelmektedir. Muhtemelen buradaki birlik kelimesi bu teknik anlamından çok, güncel hayattaki manasıyla alınmıştı ve genel olarak da, bir amaç doğrultusunda bir araya gelmiş insan birlikteliğini ifade ediyordu. Yani toplumun bunalımdan kurtulması, millet ideolojisinin (ki İslam olarak algılanıyordu) hayat bulması için oluşturulmuş bir mücadele edenler topluluğu idi.

Mücadele Birliği’nin çizgisini çok daha iyi ifade eden bir adlandırma, şüphesiz “Yeniden Milli Mücadele”dir ki bu, teşkilatın resmi kuruluşunun ikinci yılında çıkartılan çok işlevli bir haftalık derginin de adıdır. Bu ad şüphesiz bilinçli olarak seçilmiştir.

Bilindiği gibi Milli Mücadele (bazı literatürde geçtiği biçimiyle Kurtuluş Savaşı) yıkılan Osmanlı toprakları üzerinde işgalci güçlere karşı verilen bir savaşı ve kazanılan askeri zaferi ifade etmektedir. Ne var ki bu hareketin temel kabulüne göre, Milli Mücadele’nin sonuçları alınamamıştır, toplum bunalımlar içindedir ve millet ideolojisi de hayat bulmamıştır. Kazanılan askeri zaferin sonuçlarını almak üzere bir “yeniden” Milli Mücadele zorunluluğu vardır. Bu mücadele onun bir devamıdır. Vakıa, 1970 Nisan’ında çıkan derginin başyazısı “Milli Mücadelemiz 50 yaşında” (ki 1920’de Meclisin açılışı ile başlıyor) başlığını taşır.

Esasen Yeniden Milli Mücadele dergisinin ilk sayısının (3 Şubat 1970) başyazısında bu durum şöyle dile getiriliyordu: “1683 Viyana bozgunundan beri büyük kayıplar yaşadık, Anadolu’nun on katı toprağı kaybettik ve buraya sığındık. Ne var ki burada da ciddi tehlikeler ve sorunlar yaşamaktayız. Devletçe ve milletçe çok yönlü bir bunalıma sürükleniyoruz. Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, ahlaki, eğitimsel, hemen bütün alanlarda ciddi bir problem yaşanıyor.” Problemin sebebi ve çıkış yolu şöyle gösteriliyordu: “Başta beynelmilel Yahudilik(Siyonizm) olmak üzere, komünizm, Beynelmilel Hristiyanlık(Misyonerlik) gibi güçler ve bunların temsilcisi batılı ülkeler bizi yok etmeye çalışmaktadır. Eğer şuurlu kadroların rehberliğinde bir mücadele verilmezse Türkiye’mizi, milletimizi, dinimizi bekleyen tek akıbet vardır. Yok olmak. Zor olsa da, imkansızlıklar içinde bulunsak da, bir Yeniden Milli Mücadele vermek zorundayız. Yardımcımız Allah, dayanağımız tahkir edilen büyük millettir.”

Mücadelenin “yeniden” verilmesi gerektiği söylemi, bu dönemin bazı sol hareketlerinin de ortak teması idi, tabii onlara göre bu mücadele Marksizmin hayat bulmasıyla tamamlanacaktı.
Hareketin “milliliği” ise, üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Çünkü “milli” ya da “ulusal” nitelemesi, modern devlet anlayışında, her şeye farazi bir topluma atfıyla meşruiyet kazandırma yoludur. Ancak bizim incelediğimiz çerçevedeki millilik anlayışında devlet, toplum ve ideolojisi (burada İslâm olduğunu düşünebiliriz) arasındaki ilişki, hemen görünüverenden çok daha karmaşıktır. “Milli” millete ait olan anlamına gelirken, millet denen sosyal olgu, bir merkeziyetçi hükümet demek olan modern devletin inşa edip çerçevelediği bir şeydir. Dolayısıyla millet ideolojisi, salt millete nispetle İslam olabileceği gibi, devlete nispetle bir milliyetçilik de olabilir. Vakıa Mücadele Birliği söyleminde açık olmayan bu millilik, başlangıçta İslam imiş gibi gözüküyorsa da bu daha sonra belirgin bir milliyetçilik olarak ortaya çıkabildi. Yazımızın başlığında kullandığımız “milli İslamcılık” deyimi bu karmaşık noktayı açıklamaya yönelik olduğu kadar, hareketin temel deneyimini de anlatmaktadır. Şüphesiz bu millilik, Gökalp tarafından çerçevesi çizilen ve daha çok da MHP tarafından temsil edilen bir milliyetçilikten farklı bir şeydi. Ama yine de millet önemliydi. Esasen toplum ikiye ayrılıyordu, Millet ve millet düşmanları. Bildiriler: “Yaşasın Millet, Kahrolsun Millet Düşmanları!” diye bitiyordu.

Mücadele Birliği’nin amblemi da amacıyla uyumluydu: Kırmızı zemin üzerinde bir kitap, kitabın üzerinde bir sağ yumruk, yumruğun arkasında bir yıldız. Kırmızı toplumu(onu simgeleyen kanı), kitap bilgiyi, teşkilatın sıkça kullandığı deyimle “millet ideolojisini”, (zımmen İslam’ı) temsil ediyordu. Kitabın üstündeki yumruk gücü, ideolojinin fiili bir çaba ile ikame edilebileceğini, yıldız ise, milletin mücadelenin sonunda ortaya çıkacak ikbalini, açılacak talihini ifade ediyordu.

Bir bütün olarak bakıldığında amblemin, salt İslamcı çabadan çok toplumsallık düzeyinde bir milliliği daha çok vurguladığı söylenebilir. Vakıa milliyetçilik anlamına gelebilecek millet ideolojisi(kitap) başta olmak üzere, kanı temsil eden kırmızı ve nihayet doğacak ikbal yıldızının oluşturduğu ana temanın vurgusu toplumadır.

Müntesiplerinin İslami duyarlılıklarında şüphe yoksa da teşkilatın söylemi İslam’ı da içerdiği düşünülen, kendine has bir milliyetçiliktir. Bu durum Mücadele Birliği’nin doğduğu ortam ve konjonktürde daha iyi anlaşılacaktır.

Son Yorumlar

İman Et
Mücadele Et
Zafer Senindir!
Zafer Hakkın
ve Hakk'a inananlarındır!
Kopyalama hakları: GNU, GÖBL.